29 Eylül 2016 Perşembe

Let's make a peace in ourselves 


It is important to have objectives. We need to be patient and focus  while we are trying to reach to the objectives. We need to focus, because it is difficult to focus on something with the dispersed brain. But our objectives should make us excited to focus.
For this, we should let our fears and worries go to release our soul and stay in this moment. We need to get rid of our useless and old habits that block us and make difficult our  change. Of course, it is needed some time and patience for these. if we hurry and give up, we live continuously restlessness. While even we are growing a flower, we need to give water and sunlight as it needs. When we hurry and give more water than it needs, this makes it kill, not grow.
Our minds are like our garden. Sometimes we should clean the weeds, thorns and bushes. It happens that we dont plant anything. And worst of all that there are things that we planted with fears and worries.
Here, we should notice that and love the life. When we love, those thorns will go away and our garden will turn to rosary. Don't say that it is not happening anything. Doesn't matter it is small or big thing, you must have a goal.
Conflict, chaos and insolvability in our mind create our outer world. The energies  and vibrations we spread, pull the same energies and vibrations to itself. Means that how we feed our souls with our thoughts, it returns with the same vibration.
You know, when we have pain, we use painkillers. But this ensures only temporarily solution. It doesn't heal us. Unfortunately we should use more and more painkillers in every time. Finally at some point, painkillers will not be usefull anymore. Because of this, after the temporarily solutions, we need to heal it. İf not, treatment time will be longer than normal.
Which one is more beautiful? Happiness or serenity?
Are the happiness and serenity same thing or feeding each others?
Does the happiness depend on external factors?
If the serenity keeps on as continuously, it settles down in our lives. Then, our world change, and we also.
We should talk to ourself as if we are talking with a friendly and sincere friend.  Let's forget people who made us sad and our bad memories. Even the person that we made sad, blamed, criticized in every situation, that means ourselves.  Let's make peace. Let's choose a night and chat with ourselves till morning. Let's reborn till the morning.
Translated by Tolga Ziyagil


25 Ağustos 2016 Perşembe

Hedeflerimizin olması önemlidir. Hedefe ulaşmak için çabalarken sabırlı olup hedefe yoğunlaşmamız gerekir. Yoğunlaşmamız gerekir çünkü dağınık zihinle hedefe odaklanmamız zordur. E odaklanmak içinde hedefimizin bizi heyecanlandırması gerekir.
Bunun için endişe ve korkularımızdan arınıp ruhumuzu rahatlık içinde anda bırakmalıyız. Bizi engelleyen değişimimizi zorlaştıran eski ve işe yaramayan alışkanlıklarımızdan kurtulmalıyız. Elbette tüm bunlar için zaman ve sabır gereklidir. Acele edip vazgeçersek sürekli huzursuzluk yaşarız. Bir çiçek yetiştirirken bile suyunu kararında verip isteğine göre güneşlendirmek gerekir. Sabırsız davranıp çok sularsak çabuk büyütmez öldürürüz!
Zihnimizde bahçemiz gibidir. Zaman zaman ayrık otlarını, dikenleri, çalıları temizlemeliyiz. Bahçemize bir şeyler ekmediğimiz zamanlar olmuştur. En kötüsü de korkularla, endişelerle ektiğimiz şeyler de olmuştur.
İşte bunun farkına varmalı ve hayatı sevmeliyiz. Sevelim ki o çalılar bitsin gitsin, bahçemiz gülistan olsun. Of olmuyor ki demeyin. Küçük veya büyük hiç fark etmez. Mutlaka bir hedefimiz olsun.
Zihnimizdeki çatışma, kargaşa ve çözümsüzlük dış dünyamızı oluşturuyor. Enerjimiz ve yaydığımız titreşim aynı enerji ve titreşimleri kendine çekiyor. Yani ruhumuzu hangi duygu ve düşüncelerle beslersek aynı titreşimle hayatımıza artarak dönüyor.
Hani ağrımız olduğunda ağrı kesici kullanırız ya işte bu sadece ağrımızı dindirir. Yani tedavi etemz. En kötüsü de her defasında dozunu artırmak zorunda kalırız. Daha da kötüsü artık o ağrı kesicinin bir faydası olmaz. O nedenle ağrı dindirmek gibi geçici çözümlerden hemen sonra tedavi etmeliyiz. Aksi halde tedavi süreci uzar da uzar.
Mutluluk mu huzur mu daha güzeldir?
Huzur ve mutluluk aynı şey midir, yoksa birbirini mi besler?
Mutluluk her zaman dış faktörlere mi bağlıdır?
Huzur sürekli hale gelirse mutluluk hayatımıza mesken kurar. İşte o zaman dünyamız değişir biz de değişiriz!
Samimi ve içten bir biçimde bir dostla, bir sevgiliyle konuşur gibi konuşmalıyız kendimizle. Bizi üzenleri, kıranları, mutsuz anlarımızı, hepsini gelin unutalım. En çok da haksızlık ettiğimiz, kızdığımız, eleştirdiğimiz her fırsatta suçladığımız kişiyi, yani kendimizi affedelim. Barışalım kendimizle. Bir geceyi kendimize ayıralım. Sabaha kadar dertleşelim. Sabaha yeni bir hayata yeniden doğalım.


13 Ağustos 2016 Cumartesi

PALYAÇO DEYİP GEÇMEYİN!



Vaktiyle yüz boyama sanatına merak salmıştım. Bir yıl sahne makyajı eğitimi aldım. Yaptığım çalışmalar sıradan olmasın istedim. Hem eğleneyim hem de anısı kalsın...
İnsanları güldürüp eğlendiren, sıra dışı giyinen, yüzünü komik bir şekilde çokça boyayan palyaço olmak istedim bir gün. O gün yaşadıklarımı anlatmadan önce palyaço hakkında biraz bilgi vereyim.
Palyaçoluğun geçmişi MÖ 1600 lere dayanır, dünyada pekçok yerde sanat dalı olarak kabul edilir. Amacı özellikle çocuklarla eğlenmek ve onları eğlendirmektir.
Renkli ve abartılı peruklar takar, dikkat çekici şekilde makyaj yapar, değişik şekilli, büyük ayakkabılar ve garip kıyafetler giyinirler. Ayrıca hareketleriyle de dikkat çekerler. Oyunlar oynar, muziplik yaparlar. Tarihte palyaçoluğa  Antik Yunanistan'da, İtalyan Sokak tiyatrosunda, Fransız kökenli pandomimde, Japon Kabuki geleneklerinde ve Avrupa'da rastlanmaktadır.
Palyaçoların çalışma alanları sirkler, sokaklar, özel toplantılar, davetler, eğlenceler,  tanıtımlar, etkinliklerdir.
İtalya'da "Arlecchino" karakteri, aşk nedeniyle başı dertten kurtulmayan bir uşak rolüyle ün kazanmıştır.
İngiltere'de William Kempe ve Robert Armin ile belirginleşen palyaçoluk sanatı, Almanya ve Fransa'da farklı şekillerde belirginleşmişse de biçimsel farklılık göstermemiştir. İngiltere'de doğarak ünlenen "Şarlo" tiplemesinin ünlü oyuncusu Charli Chaplin ise, önce Avrupa'ya, sonra da dünyaya yayılan ünü nedeniyle unutulmaz bir karakter oluşturmuştur.
Dayak yemek, düşmek, ıslanmak, şaşırmak, komik hareketler yapmak palyaçoların doğasında vardır yani sıradan olaylardır. Gösterileri genellikle 5-10 dakika sürer. Sirklerde ise ara gösteriler için 1-3 dakika süreyle geçiş oyunları sergilerler.
İlk gerçek sirk palyaçosu Joseph Grimaldi, İngiltere'de 1850'te sahneye çıkmış. İlerleyen süreçte, birçok palyaçonun takma adı haline gelen "Joey" adıyla tanınmıştır.
ABD'deki ilk palyaçolardan biri, Amerikan İç Savaşı sırasında (1861-1865) ünlenen Dan Rice'dir. Rice'ın ABD ordusunu simgeleyen Sam Amca'ya esin kaynağı olduğu sanılmaktadır.
Avrupa'da ise Coco (Raoul Jouin), Toto (Armando Novello), Grock (Charles Adrien Vvettach) ve SSCB'nin en sevilen palyaçolarından Oleg Popov sayılabilir. Bilinen bazı palyaçolar:
Beyazyüz, en bilinen palyaço tiplemesi olup yüzünü beyaz boyayla kaplar. Burnunu büyük ve kıpkırmızı yuvarlak biçimde çizer. Ağzı da kırmızı ve yayvan çizimle belirginleştirilmiştir. Kel görünmek için başını sıkıca sarıp ten renginde bir başlık giyer.
Şapşal (Auguste) palyaçonun da burnu kırmızı renkli olup yayvandır. Abartılı büyük giysileri, yüksek siyah kaşları, kocaman bir ağzı vardır. Sakar ve dağınıktır. 1865'te ortaya çıkan ve Auguste olarak bilinen bu palyaço adını, bu türün ilk örneğini sergileyen Fransız palyaçosu Auguste'ten aldı. Genellikle ikili olarak gösteriye çıkan Auguste palyaçolardan biri aklı başında adamı, şapşal ise ortalığı karıştırarak gülünç duruma düşen iyi ve saf kişiyi temsil eder.
Karakter palyaço,  ABD'li oyuncu Emmett Kelly'nin yarattığı kederli serseri, maddiyata değer vermeyen, insancıl bir tiptir. Uzun bir palto, çok renkli eski, yamalı pantolon, yamuk bir şapka ve yırtık ayakkabı giyer.
Ayrıca; amatör palyaço, Kızılderili palyaço, Rodeo palyaço, Sokak palyaço diğer türler arasındadır.
Bir palyaço neler yapabilir:
Bir iple yapılan hareketlerle, izleyenlere bir boğa yılanıyla güreşiyormuş hissi verebilir.
Bir ata, zebraya, eşek, fil hatta bir devekuşuna binebilir. Aslan terbiyecisi olarak komiklik yapar. Bir orkestrada önemli bir noktada öenmli bir enstrüman kullanabilir. Çok çok küçük bir araba ya da bisiklete ustalıkla binebilir. Üç top ya da labut gibi materyalleri döndürerek gösteri yapabilir.
İnce uzun balonlardan çeşitli şekiller yapabilir.

Bir de Alisa palyaço var ki o da gün boyu Kızılay sokaklarında gezmiş hatta ev ev dolaşmıştır.
İşte o gün palyaço olmaya karar verdim. Palyaço model fotoğrafları arasından birini seçtim ve yüzümü boyamaya başladım. Tabi ki arkadaşlarımın yardımıyla. Çok uğraş verdik gerçekten ama çok güzel oldu. Sıra kostümlere geldi. Aynaya baktığımda karşımda harika bir palyaço duruyordu. Evet çalışma bitmişti ama  boyaları hemen silmeye kıyamadım. O halde Kızılay sokaklarında gezmeye başladım. Harika tepkiler alıyordum. Arabalardan, otobüslerden insanlar el sallıyordu bana tabi ben de onlara. Sayısız insan fotoğraf çekilmek istedi, hiçbirini kıramadım. Hepsiyle hatıra fotoğrafı çektirdim. Çok hoşuma gitmişti, annem görse tanıyamazdı. Alışveriş merkezlerine girip bakınıyordum. Bir çiçekçinin önünden geçerken gül armağan ettiler.Tüm bunlar olurken yanımda bir arkadaşım vardı, sürekli fotoğraf ve video çekimi yapıyordu. Ama gülmekten konuşamıyordu bile benimle. Derken biri önümde diz çöküp evlenme teklifi yaptı. Yok artık dedim. Bu bir kamera şakası falan olmalıydı. Çünkü on dakikayı geçkin serenat yaptığını eve gelip videoları seyredince gördüm. O arada arkadaşım çekime ara vermeden kayıt almış. Sonra arkadaşım oğlunun palyaço fobisi olduğunu söyledi. Yola koyulduk, otobüse bindiğimizde bir tam bir palyaço alır mısınız dediğimde ise herkes gülmüştü. Deniz Umut'a sürpriz yapmak üzere evlerine geldik. O an için çok hoşuna gitmedi sürprizimiz tabi, ama zaman geçtikçe çok iyi iki arkadaş olduk. Sıra yeğenimim koulrofobisini yenmeye gelmişti. Koulrofobi, ifadesiz, durgun, maske takmış insanlardan hoşlanmayan, palyaço gördüğünde gülmeyen ürken insanların sahip olduğu korkudur. Bu kişiler palyaço gibi boyanmış süs bebeklerinden de korkarlar, bu tarz eşyaları asla evlerine sokmazlar, gördüklerinde bile ürperirler.

Ada Su palyaço görüntüme yaklaşmak istemiyor ama sesimi duyduğunda gülümsüyordu. Ona tüm palyaçoların benim arkadaşlarım olduğunu, korkmasını gerektirecek bir şey olmadığını söyledim. Uzun süren uğraşlardan sonra Ada Su'da nihayet boynuma sarılmıştı.  Evet sıradışı, güzel ve özel bir gün daha yaşanıp geçmişti hayatımdan...
Palyaçoya ihtiyaç duymadan  tüm çocukların hatta büyüklerin gülüp şenlendiği bir dünya görebilmek dileğiyle...







15 Temmuz 2016 Cuma

Soğuk Mevzuatın Sıcak Yüzü

Bir ülkede yürürlükte bulunan hukuki normlara mevzuat diyoruz. Kanun, tüzük, yönetmelik vb. Mevzuat kamu görevlisine neyi yapabileceğini, neyi yapamayacağını söyler. Kamu personeli, yetkisini bu çerçevede kullanmak zorundadır.
Elbette, yetkisini doğru kullanabilmesi için mevzuatı da doğru bilmesi şarttır. Eksik bir bilgi, hatalı bir yorum; yapmaması gereken bir işi yapmasına ya da yapması gereken bir işi yapmamasına neden olabilir. Bunun için mevzuat bilgisi oldukça önemlidir.
Özellikle vatandaş olarak anlamakta ve uygulamakta güçlük çektiğimiz ve herkesin şikayetçi olduğu mevzuat ile ilgili tüm merak edilenleri sizin için iç denetçi Taner ERASLAN’a sorduk.
Taner ERASLAN
1976 yılında Amasya’da doğdu. Yatılı okul mezunu olduğu için erken yaşta memur olarak çalışma hayatına başlayan Eraslan aynı zamanda İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümünü bitirip Marmara Üniversitesi Mali Hukukta yüksek lisansını tamamladı.
2002 yılında Maliye Bakanlığında muhasebe denetmeni, 2007 yılında da Bakırköy Belediyesine iç denetçi olarak atandı.
Özellikle iç kontrol, mali sorumluluk, süreç yönetimi gibi konularda yayımlanmış birçok makalesi bulunmaktadır. Ayrıca yeni çıkan kitabının öyküsü ile ilgili kendi yorumu şöyledir:  "Denetimlerde sorun olarak gördüğüm birçok konuda araştırma yapmaya başladım. Bu araştırmalarım da makale olarak çeşitli dergilerde yayımlandı. Önemli bulduğum bazı makalelerimi kitap halinde bir araya getirmek istememin nedeni, bazı tartışmalı konulardaki uygulayıcılara çözüm arayışlarımı okuyucu ile paylaşmaktır.
Bunun yanında, bazı makalelerim okunduğunda, bir konu ile ilgili oldukça fazla mevzuat normu (kanun, yönetmelik, genelge, içtihat vb.) olduğu görülecektir. Dolayısıyla, bir konuyu öğrenmek, tartışmak veya fikir sahibi olmak için yapılması gereken çalışmalar ya da oluşturulması gereken kütüphane için bir yöntem verildiğini düşünüyorum."
Bu kitabın diğer bir faydası da mevzuat alanındaki hukuki tartışmalar ile denetim veya yargı yerleri arasındaki çatışma ve bu çatışmalar hakkında ayrıntılı bilgiler vermesidir.
Keyifle seyretmeniz dileğiyle…
http://bit.ly/29V9BUg

18 Haziran 2016 Cumartesi

Bugünkü özgürlüğümün kahramanı BABAM'a

Bugünkü özgürlüğümün kahramanı BABAM'a

Ben ezelden beridir sana aşığım zaten babam.
Dünyaya karşı aldığın tavra aşığım.
Sağlam duruşuna, cesaretine...
Okuma yazma bilmediğin halde kitaplara olan düşkünlüğüne aşığım.
Aldığın kitapları her gün bir evladına okuma görevi vererek okutmana...
Sert mizacına rağmen, özleyip sımsıkı sarıldığımda bağrına basışına aşığım.
Henüz okula başlamamış küçük kızını, her defasında filmin yarısına gelmeden omzuna yaslanıp uyuyakaldığında bile her fırsatta açık hava sinemasına götürüp filmin kalanını yolda anlatmana hayranım.
"Karşında reisi cumhur da olsa doğru bildiğinden şaşma kızım", deyişine
İş güç sahibi biri olduğumda bile arabamla yola çıkarken gözden kaybolana kadar arkamdan bakışına aşığım.
Zaman zaman karşına alıp bir demlik çayı bitirene kadar sohbet edişine...
Bir bakışına bile roman sığdırmana aşığım.

Peki hiç mi kötü huyun yok!
Var elbette...
Hayatımdaki en derin üzüntüyü yaşattın bana.
Bugün ise yüreğimde sonsuz bir özlemsin.
Pek bişey değişmedi birlikte düşündüklerimizden...
Her şeyi sana da anlattığım gibi yapıyorum şimdi.
Hayatı sevmeye, gülümsemeye ve mücadele etmeye devam ediyorum.
Tıpkı bildiğin gibi...
Tıpkı bana anlattığın, öğrettiğin gibi.
Bugünkü özgürlüğümün kahramanı babam
Bi de yokluğun olmasa...



17 Mart 2016 Perşembe

Güven Parka Mektup
Hani güvercinlerinle köşe kapmaca oynayan dört yaşında bir çocuğun fotoğrafını çekmeye çalışan biri vardı ya ha işte o benim.
Hani yanlarında termos dolusu çay ve fincanlarını getiren bir arkadaş grubu vardı. Şu tek kişilik kocaman koltuklarının olduğu bölümde oturup keyifle çay içmişlerdi hani.
İşte onlardan biri de benim.
Hani çam ağaçlarının birleştiği köşede gül satan bir amcaya "işler nasıl" diye  soran 
mavi bereli kız varya
işte o da benim.
Hani üç arkadaş senin ağaçlarına sırtını yaslayıp oturmuşlardı. Televizyoncular gelmişti de soru sorup, çekim yapmışlardı. Ojelerine takılıp parktaki herkesi güldürerek şakalaştıkları kişi varya o da benim.
Hani havuzunun kenarında fotoğrafçı arkadaşına poz verirken şapkasını suya düşüren biri vardı ya, o da benim.
Elindeki simidin bir lokmasını doğrayıp avucundan güvercinlerine yedirirken, diğer lokmasını da kendi yiyen biri vardı ya, ha işte o da benim.
Hani bi kere heykellere ev sahipliği yapmıştın ya. Çocuklar, büyükler merakla gelip gezmişlerdi. İşte dokunulması yasak olan heykellerine dokunanlardan biri de benim.
Gördün mü seninle ne çok anı'm var bak.
Ne çok dinlenmişim ağacının gölgesinde.
Ne çok fotoğrafım var seninle.
Ne çok gülmüşüm dostlarımla ya da hiç tanımadığım insanlarla.
Ve ve ve daha ne çok anı...
Sana gelmediğim zamanlarda da sen manzaralı kafelerde oturdum çoğunlukla.
Sen en fazla bir çocuğun düşüp dizini incitmesini gördün.
Sen en fazla sevgililerin tartışmasını gördün.
Sen en fazla arkadaşını bekleyen birinin geç gelene kızmasını gördün.
Sen güvercinlerin, ağaçların, çocukların olmadan yapamazsın ki.
Sen alışık değilsin tüm bu olanlara.
Senin bombalarla ne işin olur ki.
Sen çocuklara, gençlere mezar olamazdın ki.
Tüm bu olanlar senin suçun değil tabi.
Şimdi çok ağlıyorsun biliyorum.
Ben de çok ağlıyorum.
Kolunu, kanadını, dalını, umudunu kırdılar biliyorum.
Korkma sevenlerinle yaralarını hep beraber saracağız senin GÜVEN parkı...
Üzülme olur mu?



11 Mart 2016 Cuma

Dün akşam saat yedi civarında bir STK nın çalışmasına yetişmem gerekiyordu. Akşam trafiğinin yoğunluğunu düşününce geç kalmamak için treni tercih ettim. Cumhuriyetle yönetilen ülkemin başşehrinde ve büyük bir ilçesinde tren istasyonuna doğru yöneldim. Birbirine sırtı dönük sekiz bankı olan istasyonda gezinen üç kişi vardı. Kadın olduğumdan mıdır nedir, sessiz sakin bir şekilde bankın birine iliştim ve başımı öne eğip trenin gelmesini bekledim. Aradan üç dakika geçmeden adamlardan biri kolu koluma değecek kadar yakınıma oturdu boş banklara rağmen. Ben de sıçrayarak kalkıp zıt yöne doğru yürümeye başladım. Gişenin yanında durup sabit bakışlarla karşıma baktım. O da yanıma gelip sırıtarak -galiba korkuttum- dedi. Oldukça sert bir ifadeyle defolup gitmesini söylerken bile sırıtıyordu. Gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Bir süre sonra özür dileyip gitti.
Şimdi
O neden bu kadar rahat ve cesur,
ben neden bu kadar korkak ve gerginim.


Bir ay önce Ankara'ya lapa lapa kar yağdı. Parklar cıvıl cıvıldı. Fotoğrafçılar bu manzarayı kaçırır mı hepsi oradaydı. Ağaçtan tut kediye kadar ne varsa kim varsa mutluydu, gülüyordu. Anneler çocuklarıyla karda kayıyor, babalar kardan kaleler yapıyor, kediler koşuyor. Sokak köpekleri çocukların kartopunu yakalamaya çalışıyor sonra birlikte yuvarlanıyorlar. Arkadaşlarına sürpriz olsun diye kardan kalp yapanlar var bi de. Birbirini hiç tanımayan insanlar birbirine gülümsüyor, fotoğraflar çekiliyor, samimi konuşmalar, şakalaşmalar...
Bu güzel insanlardan canavar yaratmaya çalışanların tez zamanda yüreğine çocuklardaki yaşam sevincinin kırıntıları düşsün.


Şimdi bu yoğun çalışma temposunda bana benden beş tane lazım.
Biri eğitimine devam etsin.
Biri anasının dizi dibinde otursun. 
Biri sanatla uğraşsın, etkinliklere katılsın. 
Biri çalışıp para kazansın. 
Ben de sevgilinin üşüyen ellerini tutup gözlerine bakarak şarkı söyleyeyim.


5 Mart 2016 Cumartesi

Sene geçen sene bu zamanlar. Şehirler arası otobüs terminaline gittim. Yolculuk keyifli olsun etrafı seyredeyim diye ön koltuktan bilet aldım. Geçtim yerime oturdum, kulaklığımı taktım müzik dinliyorum. Telaş içinde bir gencin sağa sola koşuşturduğunu gördüm. Üniversite öğrencisiymiş ve sınavına yetişmesi gerekiyormuş. Ne var ki yer bulamıyor. Bizim otobüsün kapısı açık ve muavin kapı önünde. Genç adam muavine yaklaştı derdini anlattı. Muavin yer yok derken ben yanımdaki koltuğu işaret edip boş olduğunu söyledim. 
Muavin olmaz orası bayan yanı dedi.
Genç gözlerime bakarken gel diye işaret ettim. Genç sevinçle bir adım attı. Muavin yine durdurdu olmaz bayan yanı. Ben bırakın gelsin diyorum. Genç bir adım daha attı. Bu kez olaya kahraman şoför karıştı. 
-Olmaz bayan yanı
-Sınavım var
-Bırakın gelsin 
Cümleleri peşi sıra epey sürdü.
Ve sonunda genç adam yanımda oturuyor. Şoför, muavin ve sayısız meraklı gözler hapsinde Kırıkkale'ye kadar sohbet ettik. 
Eve döndüğümde abim prenses diye seslenince; vallahi ben kendimi sadece şehirler arası otobüste prenses gibi hissediyorum, dedim. Ve olayı anlattım. Nedense çok güldü.
Yine ezber bozduğum için kendimle gurur duyuyorum. İyi ki varım.


Bak yeni yıl!
İlle de geleceksen elin boş gelme sakın.
Güzellikler getir, gülen gözler getir.Mutlu yüzler getir.
Çocukları şımart mesela
Pasparlak masmavi bir gökyüzü getir.
Yemyeşil çimenler
Mis kokulu renk renk çiçekler getir.
Bacalar tütsün mesela
Hayata sarılacak kollar getir.
Bolluk, bereket, barış, sevgi bi de huzur
Bi de şen kahkahalar getir.
Ya muştularla gel
Ya da gelme Sakın!

Evlilikleri dokunsal, işitsel, görsel ayrımlar mı çabuk tüketiyor?
Ruh eşini bulmak var bir de. Daha kendi ruhumuzu çözememiş ve kendimizi tanımamışken. Uzmanların söylediğine göre insanlar üçe ayrılıyor; dokunsal, işitsel ve görsel. İnsan beyni düşünme, karar verme, hayatı anlamlandırma, bilgiye ulaşma aşamalarında bazen ses olgusuna bazen görüntüye, bazen his verilerine duyarlı oluyor. Bu özellikler kişiler arası ilişkilerde oldukça belirleyici ve etkileyici görev alıyor.
Eşler arasındaki iletişim bozukluğunun, bir diğerinin kendisini anlamadığından dert yanması bundandır. Bu durum sevgiyi ifade ediş tarzının değişiklik göstermesine yol açıyor.

Dokunsal insan, iletişim esnasında kendisine dokunulmasını ister. Aynı şekilde düşüncelerini de duygularını da karşı tarafa dokunarak iletmek ister. Karşımızdaki insan görsel ise hareketlerimize çok duyarlıdır. Görsel insanın istediği konuşurken gözlerinin içine bakılması. Karşısındaki insanın sevgi ifadesini gözlerinde, yüzünde görmek istiyor. Ses tonumuz, vurgularımız, özellikle işitsel insan için çok önemlidir. Görsel o sevgiyi görmeye, dokunsal ise hissetmeye çalışıyorken, işitsel duymaya çalışıyor. Dokunsal sevgisini görsel olana hissettirmeye çalışırken, ne yazık ki görselin beyni hislere duyarlı değil. Keza görsel sevgisini göstermeye çalışırken dokunsal olan görüntülere duyarlı olmadığı için iletişim kesiliyor.
Yani işitsel iseniz eşiniz size dünyanın en pahalı ve en gösterişli hediyesini de alsa sizin için bir anlam ifade etmeyecektir. Yine görsel iseniz eşiniz size dünyanın en güzel şiirlerini de okusa, en güzel şarkılarını da söylese sizin için bir anlam ifade etmeyecektir. Eğer siz dokunsalsanız ve eşiniz işitselse tehlike çanları çalmaya başlıyor. Siz hep dokunulmayı o ise hep işitilmeyi bekleyerek ömür geçecek demektir.

Bu ögelerin her üçüne de dikkat ettiğimiz takdirde karşımızdaki insanla sağlıklı iletişim kurabiliriz.
Doğru kişi ile doğru zaman ne zaman?
Artık birlikte olgunlaşarak büyümeyi denemeliyiz. Beklentilere, bakış açılarına, yaşam tarzına saygılı davranıp, yaşama uyum sağlamanın yollarını aramalıyız birlikte. Evet eskiden erkeğin iş güç sahibi olması yeterli görülüyordu üstüne bir de yaşı büyükse tamamdı. Duygu, his, mutluluk çok önemli değildi, zamanla o da olurdu. Nikahta keramet vardı çünkü. Unutulan, atlanan şeyler vardı. Yaş ilerledikçe erkek yıllara yenik düşüyor, sosyal ve fiziksel etkinlikleri azalıyor ve kadın yapayalnız kalıyordu. Sonrası yabancılaşma ve yalnız hayatlar. Kadının veryansınlarına kayıtsız kalınıyordu. Erkekten yana verildiği sanılan kararlarda bile erkek mutlu değildi oysa.
Aşkın yaşı yoktu hani?
Nedense sayısız uzman, uygun evlilikte erkeğin yaşça büyük olması gerektiği konusunda şaşılacak derecede hemfikir. O halde boşanan çiftlerin sayısının her geçen gün artmasında bir gariplik yok mu? Daha da korkutucu olanı etrafınızdaki insanlara bu konudaki görüşlerini sorduğunuzda, İsviçreli bilim adamları öyle demiyor mu diye başlıyorlar söze. Ardından kadınların ergenliğe daha çabuk erişmesi ve erken olgunlaşması yeterli neden olarak konuşmadaki yerini alıyor. Bir de iletişimin sağlıklı olabilmesi için kadının yaşının küçük olması gerektiğine inanç var. Aksi halde erkeğin saltanatına zarar gelebilir. Başka söze gerek yok. Çünkü konu tartışmaya bile açık değil. Artık yaş takıntısını bir kenara bırakıp insanın öz yapısına ve hayata bakış açısına dikkat etmeli sanki.
Uygun evlenme yaşını neden kalbimiz değil de toplum yasakları belirliyor?
Gerçekler bu kadar karmaşık değil halbuki. İnsanlar özgür olabileceği ve eğlenebileceği birliktelikler arzuluyor. İlişkide iyi bir iletişim kurulması, birlikte sorun çözebilme yetisinin geliştirilmesi, tutkuyla sevme olduğunda yaş ayrımı dengeyi bulmuş oluyor ve aradaki ayrım önemini yitiriyor.
Kaldı ki aynı cins içinde bile fiziksel kapsama sınırı, ve duygusal olgunluk her zaman aynı yaşlarda aynı derecede ilerlemez zaten mümkün de değildir. Buna etki eden birçok neden vardır çünkü.
Birlikte yaşlansak ya?
Sorusuna kafamızda takla attırmalıyız. Bir insanın yanında kendimizi iyi hissetmekten daha güzel ne var ki? Birlikteliklerde herkes kendi gibi davranabilmeli ki beraber keyifle yaşlanılabilsin.
Sayılar etrafında dönüp dolaşmanın kimseye bir faydası yok ki!
Saatlerce nitelikli sohbetler edebilmek, birlikte keyifli zaman geçirebilmek, birbirine müdahaleci olmayan tutum, sosyal çevresine uyum sağlamaya çaba göstermek; sosyal, kültürel, ekonomik uyum içinde olabilmenin zeminini hazırlamak. Beklentileri açık bir şekilde anlatmak, bütünleyici olmak. Yani önemli olan hayat görüşlerinin ortak paydasında uyuşmaktır.
Çünkü;
Artık aşk kapıyı çaldığında yaşınızı sormuyor!

YÜREĞE GİDEN CADDE
1.GİRİŞ:
Ses, hayatımıza fark, anlam ve hareket katar. Kuş sesi, gürül gürül akan bir şelalenin ve sevdiğimiz insanların sesiyle huzur buluruz.  Kulak yüreğe giden bir caddedir. Der Voltaire.  Doğduğumuz andan itibaren ses yardımıyla çevremizde olup biteni algılamaya çalışırız. Peki nedir ses?
2. SES:
Ses, esnek bir ortamda mekanik titreşimler halinde yayılan bir basınç dalgasıdır. Ses dalgalarının yayılabilmesi için ses kaynağını da içine alan ortamın; katı, sıvı veya gaz halinde olması gerekir. Ses bir kaynaktan çıkar ve suda meydana gelen dalgalar gibi etrafa yayılır. Çelik, su, gaz gibi maddelerin sesi iyi iletmelerine karşın kumaş, lifli yün ve ağaç gibi yumuşak maddeler ses dalgalarını emici ve boğucu bir özellik taşır. 

Ses boşlukta yayılmaz
2.1. Dalgalar:
Dalgalar, elektromanyetik ve mekanik dalgalar olarak iki gruba ayrılır. 
Elektromanyetik dalgalar boşlukta yayılabilirler, yayılmak için ortama ihtiyaçları yoktur.
Mekanik dalgaların enerjilerini iletebilmesi için ortam tanecikleri gerekir. Örneğin, bir keman teli, bir davul zarı, bir hoparlör diyaframı mekanik titreşim yaparak ses üreten farklı ses kaynaklarıdır. Mesela uzay boşluğunda yayılamazlar. Ses dalgaları mekanik dalgalardır. Yayılmaları için maddesel bir ortam gerekir. 
Örneğin havası boşaltılmış bir kaba bir zil konulup çalındığında, zilin sesi ve uzaydaki büyük patlamalarda ses duyulmaz. Çünkü boşlukta ses yayılmaz.
Ses dalgaları, nesnelerin titreşiminden oluşan, sıkışma ve genleşmeler şeklinde ilerleyen dalgalardır.  
Ses sıvılarda da havada yayıldığı gibi yayılır. Denizde yaşayan birçok canlı bu sayede iletişim kurar.
Ses dalgaları, 
Bütün doğrultularda dışa doğru aynı hızda yayılır. Gittikçe şişen bir top gibi.
Ses dalgasının her bir tam devrinde bir sıkışma bir de seyrekleşme serisi vardır.
Sıkışma ve seyrekleşmenin sonunda sesin gücü kaynaktan uzaklaştıkça zayıflama eğilimindedir.
Dalga boyu: Dalga üzerinde herhangi iki nokta arasındaki mesafedir.

2.2. Dalga Çeşitleri:
1-Enine Dalgalar:
 Ortamın parçacıklarının dalganın yayınıma dik olarak hareket etmesiyle oluşur. Örneğin görünür ışık, radyo ve TV dalgaları gibi elektromanyetik dalgalar.
2-Boyuna Dalgalar: Ortamın parçacıklarının dalganın yayınıma paralel olarak hareket etmesiyle oluşur. Ses dalgaları, katı ortamlarda hem enine hem de boyuna dalgalar, akışkan ortamlarda ve hava içinde boyuna dalgalar olarak yayılırlar. Ses dalgaları genelde boyuna dalgalardır. 
Frekans: Dalganın bulunduğu ortamda bir saniyede oluşturduğu genleşme ve sıkışma (titreşim ) sayısı. Frekans sesin yapısal yönünü, karakterini de belirler. Frekansı oluşturan saniyedeki periyot sayısı fazla olursa ses o kadar tiz; az olursa bas nitelikte olur. Oktav, aynı ismi taşıyan iki ses arasındaki sekiz notalık aralıktır.
Birimi Hertz (Hz) dir. Bu isim radyo dalgalarını ilk üreten, yayımlamayı ve almayı başaran Alman fizikçi Heinrich Hertz (1857-1894)’in isminden gelir.
Tını: Sesin rengidir. Aynı oktavda, aynı notayı aynı yoğunlukta ve aynı uzunlukta çalan bir kemanla bir flüt arasında tını farkı vardır. Böylece farklı müzik aletlerinden çıkan özdeş notaları kolayca ayırt edebiliriz. Frekansları aynı olan seslerin tonları da aynı olur. Ses titreşimle oluşur, titreşimi enerjiye çevirir. Sesin kuvvetine gürlük denir. 
Anfra, en alt ses. Ultra, en yüksek ses.
Kadınların ses telleri kısa olduğu için ses frekansları büyük ve sesleri incedir. Telin boyu kısaldıkça frekansı artar. Erkeklerin ses telleri uzun olduğundan ses frekansları düşük yani sesleri kalındır.

2.3. Ses Dalgaları Frekanslarına Göre:
İşitilebilir Dalgalar:
 Frekansları insan kulağının duyarlılık sınırları içinde bulunan dalgalardır. 
Ses Altı Dalgalar: Frekansları insanın duyma sınırının altında olan dalgalardır. Örneğin deprem veya donmalardan meydana gelen titreşimler.
Ses Üstü Dalgalar: Frekansları insanın duyma sınırının üstünde olan dalgalardır. Örneğin insanların duyamadığı 40.000 Hz kadar olan sesleri köpekler duyabilir. Yarasalar, yunuslar avlarının yerini bulabilmek için yüksek frekanslı ses dalgalarından yararlanırlar. Yönlerini, yollarını, avlarının konumunu çıkardıkları sesin yansımalarıyla saptarlar. Yarasalar saniyede 130.000 Hz’e çıkan ultrasonic sesler yayıp gelen yankıları dinleyerek, karşılarında olan cismin yerini ve büyüklüğünü tespit ederek uçarlar. Bundan dolayıdır ki karanlıkta çok dar alanlarda bile kanatlarına zarar vermeden yol alırlar. Yunuslar çevreleriyle olan iletişimi çıkardıkları 250.000 Hz’lik titreşimler aracılığıyla sağlarlar. Dalga boyu küçük olan bu yüksek titreşimler sayesinde sualtının detaylı haritasını elde ederler. Avlarına seslenip oradan yansıyan seslerden yola çıkarak avlarını ve avların içinde bulunduğu çevrenin durumu hakkında bilgilenirler.  Fillerin ayağında çok alçak frekansları algılayan doğal alıcılar vardır. Yansıma olayında sesin hızı değişmez, yönü değişir. Francis Galton (1822-1911) hayvanların 20.000 Hz den yukarısını duyabilme özelliğinden faydalanarak Galton Köpek Düdüğünü tasarlamıştır. Frekansı 16.000 ile 22.000 Hz arasında olup sadece köpeklerin duyabileceği sesleri veren bu düdük, köpek terbiyeciliğinde ve istenmeyen köpeklerin uzak tutulmasında kullanılmıştır. 
Desibel: Ses şiddetinin birimidir. Desibelmetre ile ölçülür. Konuşma sesinin şiddeti 30 – 40 desibel arasındadır. Bir sesin şiddeti, ses dalgasının genliğiyle doğru orantılıdır. Sesin şiddeti arttıkça, direnebileceği süre artar ve ses daha uzağa yayılabilir. İnsan 0-140 dB arasındaki sesleri sorunsuz duyar. 
Rezonans: Frekansları eşit kaynaklardan biri titreştiğinde diğerinin de aynı frekansta titreşmesi olayıdır.
İşitme Eşiği: Sesin duyulabildiği ilk nokta. İşitilebilir dalgalar 16 Hz – 20.000 Hz frekansları arasındadır.
Hayvanlarda bu aralık daha üst sınırlara çıkabilir. Birçok hayvan, insan kulağının işitebildiği frekansın dışında kalan sesleri rahatlıkla duyabilir. 

2.4. Dalga Hızı: 
Dalgalar, içinde oluştukları ortamın özelliklerine bağlı olarak özel bir hızla ilerler ve yayılır. Ses dalgaları hava ortamında 20 0C de 344m/s hızla yayılırken, katı maddelerde havaya kıyasla daha büyük bir hızla yayılırlar.
Sıcaklık artışı moleküllerin titreşim hızlarına etki ederek sesin yayılma hızını arttırır. Yağmurlu havalarda şimşek olayı gözlendikten sonra gök gürültüsü duymamızın nedeni ses hızının ışık hızından daha küçük olmasıdır. Ses tanecikten taneciğe yayılır, tanecikler ne kadar sık ise o kadar hızlıdır. Sesin yayılma hızı katıdan sıvıya, sıvıdan gaza doğru azalır. 

3. SES KAYNAKLARI:
Nokta Kaynak: Ürettiği sesin dalga boyu çapından büyük olan ve ses yayan kaynaklardır. Örneğin; İnsan ağzı, hoparlör, kompresör, basit bir makine, tek bir taşıt.
Çizgi Kaynak: Belirli aralıklarla birden fazla nokta kaynağın bir doğrultuda sıralanmasıyla oluşur. Çıkan seslerin dağılımı silindirik bir formdadır. 
Düzlem Kaynak: Çok sayıda nokta kaynağın bir uzaklığa kadar nokta sonrasında çizgi kaynakların bir düzlem içinde bulunmasıyla oluşur. Örneğin; açık spor salonu veya pencereden çıkan sesler.
İşitme Sınırları
Bir sesin işitilebilme sınırları, o ses dalgasının şiddetine ve frekansına bağlıdır. Yani şiddet ve frekansın belirli aralıklar içinde olması gerekir.
İnsan kulağı, 16 Hz - 20.000 Hz frekans aralığındaki bütün sesleri duyabilir. Frekansı 16 Hz den düşük olan titreşimler ses olarak algılanmaz ama genlikleri yeterliyse fark edilebilirler. Frekansı 20.000 Hz den büyük olan titreşimler asla doğrudan algılanmazlar. Fakat ağrı, kısmi ısıtma gibi yarattıkları dolaylı etkiler ile anlaşılabilirler. 
Frekans ve şiddet bakımından işitme aralıkları; bireysel farklılıklar, yaş, çevre koşullarına bağlı olarak değişebilir. 
4. SES GRUPLARI:
Birinci Grup: Kadın, erkek ve çocuk olmak üzere insan sesleridir.
İkinci Grup: Çalgı sesleridir.
Üçüncü Grup: Gök gürültüsü, yağmur, dolu ve rüzgar gibi doğa tarafından yaratılan doğal seslerdir.
Dördüncü Grup: Her türlü nesne ile üretilen yapay seslerdir. Örneğin sinemanın ses evrenini oluşturmak, sahnelerin anlamını kuvvetlendirmek için efekt seslerden yararlanılır. 

Ses dalgaları; sürekli bir hareket içinde olan atmosferde, sesin kaynağından dinleyiciye yayılma gösterir. Ses dalgaları havaya oranla; suda 4, çelikte 15 kat daha hızlı yayılır. Sesin açık havada yayılmasını sağlayan etkenler; sesin aldığı mesafe, sıcaklık, soğukluk, rüzgar ve zemin örtüsüdür.
Ses dalgaları, gündüz zeminin ısınmasıyla yukarı doğru yükseldiğinden fazla uzağa gidemez. Gece ise soğumanın etkisiyle daha uzağa yayılabilmektedir. Örneğin durgun denizin yansıtıcı etkisi nedeniyle sandalla açılanlar, seslerini çok uzaklara duyurabilirler. 
Sesin yayılma yönüyle rüzgarın yönü aynı ise ses dalgaları yere doğru; rüzgarın aksi yönündeyse  yerden yukarı doğru yayılır.
Yankı, sesin engele çarptıktan sonra yansıyarak tekrar duyulmasıdır. 
SONUÇ:
Tatlı sözün yılanı deliğinden çıkarabilmesi için önce onu duymak gerekir.
Daima özlediğiniz sesleri duyabilmeniz ümidiyle...
Kaynak:
Kırıkkale Üniversitesi
Artı İşitme Merkezi
Fotoğraf
Nevzat Ersoy