23 Mart 2016 Çarşamba
17 Mart 2016 Perşembe
Güven Parka Mektup
Hani güvercinlerinle köşe kapmaca oynayan dört yaşında bir çocuğun fotoğrafını çekmeye çalışan biri vardı ya ha işte o benim.
Hani yanlarında termos dolusu çay ve fincanlarını getiren bir arkadaş grubu vardı. Şu tek kişilik kocaman koltuklarının olduğu bölümde oturup keyifle çay içmişlerdi hani.
İşte onlardan biri de benim.
İşte onlardan biri de benim.
Hani çam ağaçlarının birleştiği köşede gül satan bir amcaya "işler nasıl" diye soran
mavi bereli kız varya
işte o da benim.
işte o da benim.
Hani üç arkadaş senin ağaçlarına sırtını yaslayıp oturmuşlardı. Televizyoncular gelmişti de soru sorup, çekim yapmışlardı. Ojelerine takılıp parktaki herkesi güldürerek şakalaştıkları kişi varya o da benim.
Hani havuzunun kenarında fotoğrafçı arkadaşına poz verirken şapkasını suya düşüren biri vardı ya, o da benim.
Elindeki simidin bir lokmasını doğrayıp avucundan güvercinlerine yedirirken, diğer lokmasını da kendi yiyen biri vardı ya, ha işte o da benim.
Hani bi kere heykellere ev sahipliği yapmıştın ya. Çocuklar, büyükler merakla gelip gezmişlerdi. İşte dokunulması yasak olan heykellerine dokunanlardan biri de benim.
Gördün mü seninle ne çok anı'm var bak.
Ne çok dinlenmişim ağacının gölgesinde.
Ne çok fotoğrafım var seninle.
Ne çok gülmüşüm dostlarımla ya da hiç tanımadığım insanlarla.
Ve ve ve daha ne çok anı...
Ne çok dinlenmişim ağacının gölgesinde.
Ne çok fotoğrafım var seninle.
Ne çok gülmüşüm dostlarımla ya da hiç tanımadığım insanlarla.
Ve ve ve daha ne çok anı...
Sana gelmediğim zamanlarda da sen manzaralı kafelerde oturdum çoğunlukla.
Sen en fazla bir çocuğun düşüp dizini incitmesini gördün.
Sen en fazla sevgililerin tartışmasını gördün.
Sen en fazla arkadaşını bekleyen birinin geç gelene kızmasını gördün.
Sen en fazla bir çocuğun düşüp dizini incitmesini gördün.
Sen en fazla sevgililerin tartışmasını gördün.
Sen en fazla arkadaşını bekleyen birinin geç gelene kızmasını gördün.
Sen güvercinlerin, ağaçların, çocukların olmadan yapamazsın ki.
Sen alışık değilsin tüm bu olanlara.
Senin bombalarla ne işin olur ki.
Sen çocuklara, gençlere mezar olamazdın ki.
Sen alışık değilsin tüm bu olanlara.
Senin bombalarla ne işin olur ki.
Sen çocuklara, gençlere mezar olamazdın ki.
Tüm bu olanlar senin suçun değil tabi.
Şimdi çok ağlıyorsun biliyorum.
Ben de çok ağlıyorum.
Kolunu, kanadını, dalını, umudunu kırdılar biliyorum.
Şimdi çok ağlıyorsun biliyorum.
Ben de çok ağlıyorum.
Kolunu, kanadını, dalını, umudunu kırdılar biliyorum.
Korkma sevenlerinle yaralarını hep beraber saracağız senin GÜVEN parkı...
Üzülme olur mu?
Üzülme olur mu?
11 Mart 2016 Cuma
Dün akşam saat yedi civarında bir STK nın çalışmasına yetişmem gerekiyordu. Akşam trafiğinin yoğunluğunu düşününce geç kalmamak için treni tercih ettim. Cumhuriyetle yönetilen ülkemin başşehrinde ve büyük bir ilçesinde tren istasyonuna doğru yöneldim. Birbirine sırtı dönük sekiz bankı olan istasyonda gezinen üç kişi vardı. Kadın olduğumdan mıdır nedir, sessiz sakin bir şekilde bankın birine iliştim ve başımı öne eğip trenin gelmesini bekledim. Aradan üç dakika geçmeden adamlardan biri kolu koluma değecek kadar yakınıma oturdu boş banklara rağmen. Ben de sıçrayarak kalkıp zıt yöne doğru yürümeye başladım. Gişenin yanında durup sabit bakışlarla karşıma baktım. O da yanıma gelip sırıtarak -galiba korkuttum- dedi. Oldukça sert bir ifadeyle defolup gitmesini söylerken bile sırıtıyordu. Gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Bir süre sonra özür dileyip gitti.
Şimdi
O neden bu kadar rahat ve cesur,
Bir ay önce Ankara'ya lapa lapa kar yağdı. Parklar cıvıl cıvıldı. Fotoğrafçılar bu manzarayı kaçırır mı hepsi oradaydı. Ağaçtan tut kediye kadar ne varsa kim varsa mutluydu, gülüyordu. Anneler çocuklarıyla karda kayıyor, babalar kardan kaleler yapıyor, kediler koşuyor. Sokak köpekleri çocukların kartopunu yakalamaya çalışıyor sonra birlikte yuvarlanıyorlar. Arkadaşlarına sürpriz olsun diye kardan kalp yapanlar var bi de. Birbirini hiç tanımayan insanlar birbirine gülümsüyor, fotoğraflar çekiliyor, samimi konuşmalar, şakalaşmalar...
5 Mart 2016 Cumartesi
Sene geçen sene bu zamanlar. Şehirler arası otobüs terminaline gittim. Yolculuk keyifli olsun etrafı seyredeyim diye ön koltuktan bilet aldım. Geçtim yerime oturdum, kulaklığımı taktım müzik dinliyorum. Telaş içinde bir gencin sağa sola koşuşturduğunu gördüm. Üniversite öğrencisiymiş ve sınavına yetişmesi gerekiyormuş. Ne var ki yer bulamıyor. Bizim otobüsün kapısı açık ve muavin kapı önünde. Genç adam muavine yaklaştı derdini anlattı. Muavin yer yok derken ben yanımdaki koltuğu işaret edip boş olduğunu söyledim.
Muavin olmaz orası bayan yanı dedi.
Genç gözlerime bakarken gel diye işaret ettim. Genç sevinçle bir adım attı. Muavin yine durdurdu olmaz bayan yanı. Ben bırakın gelsin diyorum. Genç bir adım daha attı. Bu kez olaya kahraman şoför karıştı.
-Olmaz bayan yanı
-Sınavım var
-Bırakın gelsin
Cümleleri peşi sıra epey sürdü.
Ve sonunda genç adam yanımda oturuyor. Şoför, muavin ve sayısız meraklı gözler hapsinde Kırıkkale'ye kadar sohbet ettik.
Eve döndüğümde abim prenses diye seslenince; vallahi ben kendimi sadece şehirler arası otobüste prenses gibi hissediyorum, dedim. Ve olayı anlattım. Nedense çok güldü.
Yine ezber bozduğum için kendimle gurur duyuyorum. İyi ki varım.
Muavin olmaz orası bayan yanı dedi.
Genç gözlerime bakarken gel diye işaret ettim. Genç sevinçle bir adım attı. Muavin yine durdurdu olmaz bayan yanı. Ben bırakın gelsin diyorum. Genç bir adım daha attı. Bu kez olaya kahraman şoför karıştı.
-Olmaz bayan yanı
-Sınavım var
-Bırakın gelsin
Cümleleri peşi sıra epey sürdü.
Ve sonunda genç adam yanımda oturuyor. Şoför, muavin ve sayısız meraklı gözler hapsinde Kırıkkale'ye kadar sohbet ettik.
Eve döndüğümde abim prenses diye seslenince; vallahi ben kendimi sadece şehirler arası otobüste prenses gibi hissediyorum, dedim. Ve olayı anlattım. Nedense çok güldü.
Yine ezber bozduğum için kendimle gurur duyuyorum. İyi ki varım.
Bak yeni yıl!
İlle de geleceksen elin boş gelme sakın.
Güzellikler getir, gülen gözler getir.Mutlu yüzler getir.
Çocukları şımart mesela
Pasparlak masmavi bir gökyüzü getir.
Yemyeşil çimenler
Mis kokulu renk renk çiçekler getir.
Bacalar tütsün mesela
Hayata sarılacak kollar getir.
Bolluk, bereket, barış, sevgi bi de huzur
Bi de şen kahkahalar getir.
Ya muştularla gel
Ya da gelme Sakın!
İlle de geleceksen elin boş gelme sakın.
Güzellikler getir, gülen gözler getir.Mutlu yüzler getir.
Çocukları şımart mesela
Pasparlak masmavi bir gökyüzü getir.
Yemyeşil çimenler
Mis kokulu renk renk çiçekler getir.
Bacalar tütsün mesela
Hayata sarılacak kollar getir.
Bolluk, bereket, barış, sevgi bi de huzur
Bi de şen kahkahalar getir.
Ya muştularla gel
Ya da gelme Sakın!
Evlilikleri dokunsal, işitsel, görsel ayrımlar mı çabuk tüketiyor?
Ruh eşini bulmak var bir de. Daha kendi ruhumuzu çözememiş ve kendimizi tanımamışken. Uzmanların söylediğine göre insanlar üçe ayrılıyor; dokunsal, işitsel ve görsel. İnsan beyni düşünme, karar verme, hayatı anlamlandırma, bilgiye ulaşma aşamalarında bazen ses olgusuna bazen görüntüye, bazen his verilerine duyarlı oluyor. Bu özellikler kişiler arası ilişkilerde oldukça belirleyici ve etkileyici görev alıyor.
Eşler arasındaki iletişim bozukluğunun, bir diğerinin kendisini anlamadığından dert yanması bundandır. Bu durum sevgiyi ifade ediş tarzının değişiklik göstermesine yol açıyor.
Dokunsal insan, iletişim esnasında kendisine dokunulmasını ister. Aynı şekilde düşüncelerini de duygularını da karşı tarafa dokunarak iletmek ister. Karşımızdaki insan görsel ise hareketlerimize çok duyarlıdır. Görsel insanın istediği konuşurken gözlerinin içine bakılması. Karşısındaki insanın sevgi ifadesini gözlerinde, yüzünde görmek istiyor. Ses tonumuz, vurgularımız, özellikle işitsel insan için çok önemlidir. Görsel o sevgiyi görmeye, dokunsal ise hissetmeye çalışıyorken, işitsel duymaya çalışıyor. Dokunsal sevgisini görsel olana hissettirmeye çalışırken, ne yazık ki görselin beyni hislere duyarlı değil. Keza görsel sevgisini göstermeye çalışırken dokunsal olan görüntülere duyarlı olmadığı için iletişim kesiliyor.
Eşler arasındaki iletişim bozukluğunun, bir diğerinin kendisini anlamadığından dert yanması bundandır. Bu durum sevgiyi ifade ediş tarzının değişiklik göstermesine yol açıyor.
Dokunsal insan, iletişim esnasında kendisine dokunulmasını ister. Aynı şekilde düşüncelerini de duygularını da karşı tarafa dokunarak iletmek ister. Karşımızdaki insan görsel ise hareketlerimize çok duyarlıdır. Görsel insanın istediği konuşurken gözlerinin içine bakılması. Karşısındaki insanın sevgi ifadesini gözlerinde, yüzünde görmek istiyor. Ses tonumuz, vurgularımız, özellikle işitsel insan için çok önemlidir. Görsel o sevgiyi görmeye, dokunsal ise hissetmeye çalışıyorken, işitsel duymaya çalışıyor. Dokunsal sevgisini görsel olana hissettirmeye çalışırken, ne yazık ki görselin beyni hislere duyarlı değil. Keza görsel sevgisini göstermeye çalışırken dokunsal olan görüntülere duyarlı olmadığı için iletişim kesiliyor.
Yani işitsel iseniz eşiniz size dünyanın en pahalı ve en gösterişli hediyesini de alsa sizin için bir anlam ifade etmeyecektir. Yine görsel iseniz eşiniz size dünyanın en güzel şiirlerini de okusa, en güzel şarkılarını da söylese sizin için bir anlam ifade etmeyecektir. Eğer siz dokunsalsanız ve eşiniz işitselse tehlike çanları çalmaya başlıyor. Siz hep dokunulmayı o ise hep işitilmeyi bekleyerek ömür geçecek demektir.
Bu ögelerin her üçüne de dikkat ettiğimiz takdirde karşımızdaki insanla sağlıklı iletişim kurabiliriz.
Bu ögelerin her üçüne de dikkat ettiğimiz takdirde karşımızdaki insanla sağlıklı iletişim kurabiliriz.
Doğru kişi ile doğru zaman ne zaman?
Artık birlikte olgunlaşarak büyümeyi denemeliyiz. Beklentilere, bakış açılarına, yaşam tarzına saygılı davranıp, yaşama uyum sağlamanın yollarını aramalıyız birlikte. Evet eskiden erkeğin iş güç sahibi olması yeterli görülüyordu üstüne bir de yaşı büyükse tamamdı. Duygu, his, mutluluk çok önemli değildi, zamanla o da olurdu. Nikahta keramet vardı çünkü. Unutulan, atlanan şeyler vardı. Yaş ilerledikçe erkek yıllara yenik düşüyor, sosyal ve fiziksel etkinlikleri azalıyor ve kadın yapayalnız kalıyordu. Sonrası yabancılaşma ve yalnız hayatlar. Kadının veryansınlarına kayıtsız kalınıyordu. Erkekten yana verildiği sanılan kararlarda bile erkek mutlu değildi oysa.
Aşkın yaşı yoktu hani?
Nedense sayısız uzman, uygun evlilikte erkeğin yaşça büyük olması gerektiği konusunda şaşılacak derecede hemfikir. O halde boşanan çiftlerin sayısının her geçen gün artmasında bir gariplik yok mu? Daha da korkutucu olanı etrafınızdaki insanlara bu konudaki görüşlerini sorduğunuzda, İsviçreli bilim adamları öyle demiyor mu diye başlıyorlar söze. Ardından kadınların ergenliğe daha çabuk erişmesi ve erken olgunlaşması yeterli neden olarak konuşmadaki yerini alıyor. Bir de iletişimin sağlıklı olabilmesi için kadının yaşının küçük olması gerektiğine inanç var. Aksi halde erkeğin saltanatına zarar gelebilir. Başka söze gerek yok. Çünkü konu tartışmaya bile açık değil. Artık yaş takıntısını bir kenara bırakıp insanın öz yapısına ve hayata bakış açısına dikkat etmeli sanki.
Uygun evlenme yaşını neden kalbimiz değil de toplum yasakları belirliyor?
Gerçekler bu kadar karmaşık değil halbuki. İnsanlar özgür olabileceği ve eğlenebileceği birliktelikler arzuluyor. İlişkide iyi bir iletişim kurulması, birlikte sorun çözebilme yetisinin geliştirilmesi, tutkuyla sevme olduğunda yaş ayrımı dengeyi bulmuş oluyor ve aradaki ayrım önemini yitiriyor.
Kaldı ki aynı cins içinde bile fiziksel kapsama sınırı, ve duygusal olgunluk her zaman aynı yaşlarda aynı derecede ilerlemez zaten mümkün de değildir. Buna etki eden birçok neden vardır çünkü.
Birlikte yaşlansak ya?
Sorusuna kafamızda takla attırmalıyız. Bir insanın yanında kendimizi iyi hissetmekten daha güzel ne var ki? Birlikteliklerde herkes kendi gibi davranabilmeli ki beraber keyifle yaşlanılabilsin.
Sayılar etrafında dönüp dolaşmanın kimseye bir faydası yok ki!
Saatlerce nitelikli sohbetler edebilmek, birlikte keyifli zaman geçirebilmek, birbirine müdahaleci olmayan tutum, sosyal çevresine uyum sağlamaya çaba göstermek; sosyal, kültürel, ekonomik uyum içinde olabilmenin zeminini hazırlamak. Beklentileri açık bir şekilde anlatmak, bütünleyici olmak. Yani önemli olan hayat görüşlerinin ortak paydasında uyuşmaktır.
Çünkü;
YÜREĞE GİDEN CADDE
1.GİRİŞ:
Ses, hayatımıza fark, anlam ve hareket katar. Kuş sesi, gürül gürül akan bir şelalenin ve sevdiğimiz insanların sesiyle huzur buluruz. Kulak yüreğe giden bir caddedir. Der Voltaire. Doğduğumuz andan itibaren ses yardımıyla çevremizde olup biteni algılamaya çalışırız. Peki nedir ses?
Ses, hayatımıza fark, anlam ve hareket katar. Kuş sesi, gürül gürül akan bir şelalenin ve sevdiğimiz insanların sesiyle huzur buluruz. Kulak yüreğe giden bir caddedir. Der Voltaire. Doğduğumuz andan itibaren ses yardımıyla çevremizde olup biteni algılamaya çalışırız. Peki nedir ses?
2. SES:
Ses, esnek bir ortamda mekanik titreşimler halinde yayılan bir basınç dalgasıdır. Ses dalgalarının yayılabilmesi için ses kaynağını da içine alan ortamın; katı, sıvı veya gaz halinde olması gerekir. Ses bir kaynaktan çıkar ve suda meydana gelen dalgalar gibi etrafa yayılır. Çelik, su, gaz gibi maddelerin sesi iyi iletmelerine karşın kumaş, lifli yün ve ağaç gibi yumuşak maddeler ses dalgalarını emici ve boğucu bir özellik taşır.
Ses, esnek bir ortamda mekanik titreşimler halinde yayılan bir basınç dalgasıdır. Ses dalgalarının yayılabilmesi için ses kaynağını da içine alan ortamın; katı, sıvı veya gaz halinde olması gerekir. Ses bir kaynaktan çıkar ve suda meydana gelen dalgalar gibi etrafa yayılır. Çelik, su, gaz gibi maddelerin sesi iyi iletmelerine karşın kumaş, lifli yün ve ağaç gibi yumuşak maddeler ses dalgalarını emici ve boğucu bir özellik taşır.
Ses boşlukta yayılmaz
2.1. Dalgalar:
Dalgalar, elektromanyetik ve mekanik dalgalar olarak iki gruba ayrılır.
Dalgalar, elektromanyetik ve mekanik dalgalar olarak iki gruba ayrılır.
Elektromanyetik dalgalar boşlukta yayılabilirler, yayılmak için ortama ihtiyaçları yoktur.
Mekanik dalgaların enerjilerini iletebilmesi için ortam tanecikleri gerekir. Örneğin, bir keman teli, bir davul zarı, bir hoparlör diyaframı mekanik titreşim yaparak ses üreten farklı ses kaynaklarıdır. Mesela uzay boşluğunda yayılamazlar. Ses dalgaları mekanik dalgalardır. Yayılmaları için maddesel bir ortam gerekir.
Örneğin havası boşaltılmış bir kaba bir zil konulup çalındığında, zilin sesi ve uzaydaki büyük patlamalarda ses duyulmaz. Çünkü boşlukta ses yayılmaz.
Ses dalgaları, nesnelerin titreşiminden oluşan, sıkışma ve genleşmeler şeklinde ilerleyen dalgalardır.
Ses sıvılarda da havada yayıldığı gibi yayılır. Denizde yaşayan birçok canlı bu sayede iletişim kurar.
Ses dalgaları,
Bütün doğrultularda dışa doğru aynı hızda yayılır. Gittikçe şişen bir top gibi.
Ses dalgasının her bir tam devrinde bir sıkışma bir de seyrekleşme serisi vardır.
Sıkışma ve seyrekleşmenin sonunda sesin gücü kaynaktan uzaklaştıkça zayıflama eğilimindedir.
Bütün doğrultularda dışa doğru aynı hızda yayılır. Gittikçe şişen bir top gibi.
Ses dalgasının her bir tam devrinde bir sıkışma bir de seyrekleşme serisi vardır.
Sıkışma ve seyrekleşmenin sonunda sesin gücü kaynaktan uzaklaştıkça zayıflama eğilimindedir.
Dalga boyu: Dalga üzerinde herhangi iki nokta arasındaki mesafedir.
2.2. Dalga Çeşitleri:
1-Enine Dalgalar: Ortamın parçacıklarının dalganın yayınıma dik olarak hareket etmesiyle oluşur. Örneğin görünür ışık, radyo ve TV dalgaları gibi elektromanyetik dalgalar.
1-Enine Dalgalar: Ortamın parçacıklarının dalganın yayınıma dik olarak hareket etmesiyle oluşur. Örneğin görünür ışık, radyo ve TV dalgaları gibi elektromanyetik dalgalar.
2-Boyuna Dalgalar: Ortamın parçacıklarının dalganın yayınıma paralel olarak hareket etmesiyle oluşur. Ses dalgaları, katı ortamlarda hem enine hem de boyuna dalgalar, akışkan ortamlarda ve hava içinde boyuna dalgalar olarak yayılırlar. Ses dalgaları genelde boyuna dalgalardır.
Frekans: Dalganın bulunduğu ortamda bir saniyede oluşturduğu genleşme ve sıkışma (titreşim ) sayısı. Frekans sesin yapısal yönünü, karakterini de belirler. Frekansı oluşturan saniyedeki periyot sayısı fazla olursa ses o kadar tiz; az olursa bas nitelikte olur. Oktav, aynı ismi taşıyan iki ses arasındaki sekiz notalık aralıktır.
Birimi Hertz (Hz) dir. Bu isim radyo dalgalarını ilk üreten, yayımlamayı ve almayı başaran Alman fizikçi Heinrich Hertz (1857-1894)’in isminden gelir.
Tını: Sesin rengidir. Aynı oktavda, aynı notayı aynı yoğunlukta ve aynı uzunlukta çalan bir kemanla bir flüt arasında tını farkı vardır. Böylece farklı müzik aletlerinden çıkan özdeş notaları kolayca ayırt edebiliriz. Frekansları aynı olan seslerin tonları da aynı olur. Ses titreşimle oluşur, titreşimi enerjiye çevirir. Sesin kuvvetine gürlük denir.
Anfra, en alt ses. Ultra, en yüksek ses.
Kadınların ses telleri kısa olduğu için ses frekansları büyük ve sesleri incedir. Telin boyu kısaldıkça frekansı artar. Erkeklerin ses telleri uzun olduğundan ses frekansları düşük yani sesleri kalındır.
2.3. Ses Dalgaları Frekanslarına Göre:
İşitilebilir Dalgalar: Frekansları insan kulağının duyarlılık sınırları içinde bulunan dalgalardır.
İşitilebilir Dalgalar: Frekansları insan kulağının duyarlılık sınırları içinde bulunan dalgalardır.
Ses Altı Dalgalar: Frekansları insanın duyma sınırının altında olan dalgalardır. Örneğin deprem veya donmalardan meydana gelen titreşimler.
Ses Üstü Dalgalar: Frekansları insanın duyma sınırının üstünde olan dalgalardır. Örneğin insanların duyamadığı 40.000 Hz kadar olan sesleri köpekler duyabilir. Yarasalar, yunuslar avlarının yerini bulabilmek için yüksek frekanslı ses dalgalarından yararlanırlar. Yönlerini, yollarını, avlarının konumunu çıkardıkları sesin yansımalarıyla saptarlar. Yarasalar saniyede 130.000 Hz’e çıkan ultrasonic sesler yayıp gelen yankıları dinleyerek, karşılarında olan cismin yerini ve büyüklüğünü tespit ederek uçarlar. Bundan dolayıdır ki karanlıkta çok dar alanlarda bile kanatlarına zarar vermeden yol alırlar. Yunuslar çevreleriyle olan iletişimi çıkardıkları 250.000 Hz’lik titreşimler aracılığıyla sağlarlar. Dalga boyu küçük olan bu yüksek titreşimler sayesinde sualtının detaylı haritasını elde ederler. Avlarına seslenip oradan yansıyan seslerden yola çıkarak avlarını ve avların içinde bulunduğu çevrenin durumu hakkında bilgilenirler. Fillerin ayağında çok alçak frekansları algılayan doğal alıcılar vardır. Yansıma olayında sesin hızı değişmez, yönü değişir. Francis Galton (1822-1911) hayvanların 20.000 Hz den yukarısını duyabilme özelliğinden faydalanarak Galton Köpek Düdüğünü tasarlamıştır. Frekansı 16.000 ile 22.000 Hz arasında olup sadece köpeklerin duyabileceği sesleri veren bu düdük, köpek terbiyeciliğinde ve istenmeyen köpeklerin uzak tutulmasında kullanılmıştır.
Desibel: Ses şiddetinin birimidir. Desibelmetre ile ölçülür. Konuşma sesinin şiddeti 30 – 40 desibel arasındadır. Bir sesin şiddeti, ses dalgasının genliğiyle doğru orantılıdır. Sesin şiddeti arttıkça, direnebileceği süre artar ve ses daha uzağa yayılabilir. İnsan 0-140 dB arasındaki sesleri sorunsuz duyar.
Rezonans: Frekansları eşit kaynaklardan biri titreştiğinde diğerinin de aynı frekansta titreşmesi olayıdır.
İşitme Eşiği: Sesin duyulabildiği ilk nokta. İşitilebilir dalgalar 16 Hz – 20.000 Hz frekansları arasındadır.
Hayvanlarda bu aralık daha üst sınırlara çıkabilir. Birçok hayvan, insan kulağının işitebildiği frekansın dışında kalan sesleri rahatlıkla duyabilir.
İşitme Eşiği: Sesin duyulabildiği ilk nokta. İşitilebilir dalgalar 16 Hz – 20.000 Hz frekansları arasındadır.
Hayvanlarda bu aralık daha üst sınırlara çıkabilir. Birçok hayvan, insan kulağının işitebildiği frekansın dışında kalan sesleri rahatlıkla duyabilir.
2.4. Dalga Hızı:
Dalgalar, içinde oluştukları ortamın özelliklerine bağlı olarak özel bir hızla ilerler ve yayılır. Ses dalgaları hava ortamında 20 0C de 344m/s hızla yayılırken, katı maddelerde havaya kıyasla daha büyük bir hızla yayılırlar.
Dalgalar, içinde oluştukları ortamın özelliklerine bağlı olarak özel bir hızla ilerler ve yayılır. Ses dalgaları hava ortamında 20 0C de 344m/s hızla yayılırken, katı maddelerde havaya kıyasla daha büyük bir hızla yayılırlar.
Sıcaklık artışı moleküllerin titreşim hızlarına etki ederek sesin yayılma hızını arttırır. Yağmurlu havalarda şimşek olayı gözlendikten sonra gök gürültüsü duymamızın nedeni ses hızının ışık hızından daha küçük olmasıdır. Ses tanecikten taneciğe yayılır, tanecikler ne kadar sık ise o kadar hızlıdır. Sesin yayılma hızı katıdan sıvıya, sıvıdan gaza doğru azalır.
3. SES KAYNAKLARI:
Nokta Kaynak: Ürettiği sesin dalga boyu çapından büyük olan ve ses yayan kaynaklardır. Örneğin; İnsan ağzı, hoparlör, kompresör, basit bir makine, tek bir taşıt.
Nokta Kaynak: Ürettiği sesin dalga boyu çapından büyük olan ve ses yayan kaynaklardır. Örneğin; İnsan ağzı, hoparlör, kompresör, basit bir makine, tek bir taşıt.
Çizgi Kaynak: Belirli aralıklarla birden fazla nokta kaynağın bir doğrultuda sıralanmasıyla oluşur. Çıkan seslerin dağılımı silindirik bir formdadır.
Düzlem Kaynak: Çok sayıda nokta kaynağın bir uzaklığa kadar nokta sonrasında çizgi kaynakların bir düzlem içinde bulunmasıyla oluşur. Örneğin; açık spor salonu veya pencereden çıkan sesler.
İşitme Sınırları
Bir sesin işitilebilme sınırları, o ses dalgasının şiddetine ve frekansına bağlıdır. Yani şiddet ve frekansın belirli aralıklar içinde olması gerekir.
Bir sesin işitilebilme sınırları, o ses dalgasının şiddetine ve frekansına bağlıdır. Yani şiddet ve frekansın belirli aralıklar içinde olması gerekir.
İnsan kulağı, 16 Hz - 20.000 Hz frekans aralığındaki bütün sesleri duyabilir. Frekansı 16 Hz den düşük olan titreşimler ses olarak algılanmaz ama genlikleri yeterliyse fark edilebilirler. Frekansı 20.000 Hz den büyük olan titreşimler asla doğrudan algılanmazlar. Fakat ağrı, kısmi ısıtma gibi yarattıkları dolaylı etkiler ile anlaşılabilirler.
Frekans ve şiddet bakımından işitme aralıkları; bireysel farklılıklar, yaş, çevre koşullarına bağlı olarak değişebilir.
4. SES GRUPLARI:
Birinci Grup: Kadın, erkek ve çocuk olmak üzere insan sesleridir.
İkinci Grup: Çalgı sesleridir.
Üçüncü Grup: Gök gürültüsü, yağmur, dolu ve rüzgar gibi doğa tarafından yaratılan doğal seslerdir.
Dördüncü Grup: Her türlü nesne ile üretilen yapay seslerdir. Örneğin sinemanın ses evrenini oluşturmak, sahnelerin anlamını kuvvetlendirmek için efekt seslerden yararlanılır.
Birinci Grup: Kadın, erkek ve çocuk olmak üzere insan sesleridir.
İkinci Grup: Çalgı sesleridir.
Üçüncü Grup: Gök gürültüsü, yağmur, dolu ve rüzgar gibi doğa tarafından yaratılan doğal seslerdir.
Dördüncü Grup: Her türlü nesne ile üretilen yapay seslerdir. Örneğin sinemanın ses evrenini oluşturmak, sahnelerin anlamını kuvvetlendirmek için efekt seslerden yararlanılır.
Ses dalgaları; sürekli bir hareket içinde olan atmosferde, sesin kaynağından dinleyiciye yayılma gösterir. Ses dalgaları havaya oranla; suda 4, çelikte 15 kat daha hızlı yayılır. Sesin açık havada yayılmasını sağlayan etkenler; sesin aldığı mesafe, sıcaklık, soğukluk, rüzgar ve zemin örtüsüdür.
Ses dalgaları, gündüz zeminin ısınmasıyla yukarı doğru yükseldiğinden fazla uzağa gidemez. Gece ise soğumanın etkisiyle daha uzağa yayılabilmektedir. Örneğin durgun denizin yansıtıcı etkisi nedeniyle sandalla açılanlar, seslerini çok uzaklara duyurabilirler.
Sesin yayılma yönüyle rüzgarın yönü aynı ise ses dalgaları yere doğru; rüzgarın aksi yönündeyse yerden yukarı doğru yayılır.
Yankı, sesin engele çarptıktan sonra yansıyarak tekrar duyulmasıdır.
SONUÇ:
Tatlı sözün yılanı deliğinden çıkarabilmesi için önce onu duymak gerekir.
Daima özlediğiniz sesleri duyabilmeniz ümidiyle...
Tatlı sözün yılanı deliğinden çıkarabilmesi için önce onu duymak gerekir.
Daima özlediğiniz sesleri duyabilmeniz ümidiyle...
Kaynak:
Kırıkkale Üniversitesi
Artı İşitme Merkezi
Kırıkkale Üniversitesi
Artı İşitme Merkezi
Fotoğraf
Nevzat Ersoy
AŞK
Aşık olmak mı? Aşık kalmak mı zor?
Aşk neymiş ki...
İşinizi ve kendinizi düşünürken aklınız ona mı kayıyor? Zihninizi zamansız meşgul mü ediyor? Hayranlıkla içinde dolaştığınız bir düşünce mi var?
Evet, işte o aşk...
Ve telefon başında bekleme işkencesi mi başladı? Beklerken söylenecek sözlerin provası bitmek bilmiyor. Ama nafile o prova edilen sözlerin hepsi unutuldu değil mi? Bu da aşk...
Çoğu zaman farkında bile olmadığımız hareket ve sözler anlam bulmaya başladı bile sevilenin üstünde. Umut büyüdükçe daha arzulanmaya değer ve özel bir hâle geldi, ulaşamadıkça arttı değil mi cazibe ve heyecan?
İşte bu da aşk...
Aşk her daim ilan edilmek ister
Aşk; bedeni dize getirmek, sevildiğini hissetmek, sevdiğini hissettirmek ister.
Özneleri hem birbirinden ayırır hem yalnızlıkları birleştirir; bazen çelik halatlı bazen ipten köprü gibi zaman zaman gönüllü vazgeçiştir özgürlükten.
Gerçek âşıklar düzenli cümle kuramaz. Çünkü âşığın aklı da söz dağarcığı da karışıktır, dağınıktır. Bazen bir insanı tanımak, anlamak, her sözcüğünü ve hâlini yorumlamak günler sürer. Ne var ki bunları yaparken kendimizi karşı taraftan saklarız. Oysa karşımızdaki bu şekilde kendisini sakladığında kızarız. “Sen kimsin?” “Ben kim olmalıydım?” diye düşünür dururuz… Hoşlanılacak yönlerimizi öne çıkarıp beğenilmeyenleri gizleriz. Aynı şekilde sevgilinin de iyi taraflarını görüp diğer taraflarını kendimizden bile gizleriz. Görmek istemeyiz. Sonra “sinirli ama güzel” diyerek “ama”yla başlayan cümleleri art arda sıralarız. Önceleri onun nefret ettiklerinden biz de nefret ederiz. Zamanla durum değişir. Herkes özgün hâline döner ve hayal kırıklıkları başlar. Kendi düşünce ve zevklerimizi ikinci plana atarak ilk hatayı yaparız. Sevilmek için yalanlara yüz veririz de sevgiliye kavuştuktan sonra acımasızca gerçeklere asılırız.
Bu sefer güzel yanlarını unuturuz. Her hareketinde kusur arar oluruz.
Bir başkasına bakarken duyulan yaşam sevinci, özlem, âşık olma arzusu bazen âşık olunan kişiden önce gelir. Bu duygunun şiddetiyle karşımıza ilk çıkana hayalimizdeki kişiymiş gibi davranırız. Öyle zannederiz çünkü. Oysa gerçek, bu duyguya duyulan açlıktır. Sevdiğimizin her hareketine anlam yüklemeye başlarız. Bu anlam verme uzun bir süre gerçeğin önüne geçer. İşte hayal kırıklıklarına sebep olur tüm bunlar. Kendi zaaflarımızdan kaçmak için bizden daha güçlü ve güzel olana sığınmak isteriz. Belki de istediğimiz âşık olunacak biri değil de aşktır.
Gerçek aşk, bakış açılarına ve yaşam tarzına göre mi değişiyor?
Aslında inanırız ama neden inanmıyormuş gibi yaparız? Zamanla sevdiğimizi dinlemeden her hareketini ve sözünü yorumlar hâle geliriz de neden iltifat edemez oluruz birbirimize? Nafile ikimiz de zarar görürüz bu durumdan. Başkalarından konuşarak kendimizi ele veririz. Biri gerçek aşk, diğeri geçici aşk arıyorsa tehlike çanları çalmaya başlar. Sıradan hareket ve sözlere taraflar kendince anlamlar yükler durur. İki taraf da diğerinin duyduğu arzunun derecesini merak eder sürekli. Karşılıksız kalma düşüncesine takılıp geri adımlarla takipte kalır.
İtiraf sonucu reddedilme korkusu taşır amansız. Sevgili arzu ediyor mu yoksa gizliyor mu duygularını? “Onun isteği, duygusu nedir?” sorusu yerine “Benim isteğim, duygum nedir?” soruları yer değiştirmeli sık sık. Sonra sevgilinin gözünden bakmak gerek bi de. Kendisini, sevgilinin arzularına göre yaratmak yerine açıkça ifade etmeli.
İki insan sadece birbiri için mi yaşamalı?
Aslında aşk değil de aşkı koyduğumuz kalıp mı sorun olan? Gerçek kişi ile âşık olunan kişi benlikte farklı yerde mi? Bu çatışma hâlinde olma durumu zamanla insanı yıpratır, yorar. Sonra aynı acımasızlık karşı tarafı da yıpratır. Çünkü, artık ulaşılan olmuştur sevgili ve üzmekte de bir sakınca yoktur.
Sevgilinin beklentilerini ve duymak istediklerini önceden çok önemseyip sonradan umursamamak… Bazen bir bakış, bir gülüş, bir kelimeyi telaffuz ediş şekli, cesareti, birine gösterdiği şefkatli, sevimli tavır, sıradan bir konu hakkında kurduğu sıradan bir cümle, o kişiyi hayatımızdaki diğer insanların içinden alır, yüreğimizde bambaşka bir yere koyar.
Bizi tamamlayacak insan ararız. Bizim tam tersimiz olanı belki de.
Seni şaşırtacak biri… Onda bulunan, kendimizde en azından o raddede olmayan bir şey. Göz farklılıkları arıyor, bir şeyler keşfetmeye çalışıyor. Genelgeçere uymayan kimi severseniz, ona başka türlü bakarsınız, toplumun tepkisini ondan uzak tutmaya çalışırsınız, onu anlatmaya çalışmamayı da öğrenirsiniz bir yandan. Bu, insana bağlı bir şey.
Sonra âşık olduğumuz mükemmel birinin de bize âşık olduğunu fark ettiğimizde sevineceğimize şaşkına döneriz. Aşırı ilgi ve sevgi ile karşılaşınca şaşırıp bunu hak etmek için ne yaptığımızı sorgularız. “Bu harika insan bana nasıl âşık oldu?” diye anlamsız düşüncelere dalarız. Onun kullandığı eşyalar bile farklı gelir gözümüze. Oysa hepsi sıradandır.
Ulaşılmaz gibi görünen insan tarafından kısa zamanda ilgi görünce anlamsız kapris başlar. Aşk tek taraflı acıyken karşılığını bulunca, itiraflardan sonra kendinde güç bulan sevgili de acıyı bölüşür. Bazen onu üzmemek için itina gösterirken kendimizi üzeriz. Ama bu duygu zamanla yer değiştirir. Hayranlık duyulan, âşık olunan kişiye karşı hisler bambaşka şekle bürünür.
Onun da bizim için çaba harcadığını, mutlu etmek için çırpındığını, uğraştığını görsek bile kayıtsız kalırız. Ruh hâlimize gösterdiği duyarlılığı zayıflık olarak algılarız. Ve cezalandırmakta, üzmekte bir sakınca görmeyiz. Gerçek benlik ortaya çıktığında hayal kırıklıkları yaşanmaya başlar. Kimi insan, ona meydan okuyan, “Ararım…” deyip aramayandan, vazgeçmeyen olur çıkar. Söz dinleyeni, itiraz etmeyeni çekici bulmaz. Çünkü onu zayıf görmek istemez.
Romantizmi ve duygusallığı gizlemeye çalışırız zayıflık olduğunu düşünerek. Sürünmeden karşılık bulduğumuzda büyü kayboluverir. Sevdiğimiz tarafından sevildiğimizi hissetmek hem sevindirici hem de korkutucu gelir. Neden sevildiğimizi çözememek… Sevgiyi hak edip etmemek düşüncesi… Güvensizlik durumu ve sonra bir de şımarıklık var tabi.
Zamanında aramayanı, zorluk çıkaranı ister. O nedenledir cezbedici olması. Aslında sıradan olan ulaşılmaz olduğunda büyülü güzelliğe sahiptir. Ve kavuşana kadar uğruna ölünen kişi, sonrasında en çok kırılan, darmadağın edilen, hatta öldürülen olur.
Kavuşamadığımız için duyulan hayranlık bitiverir. İşte bu yüzdendir çoğu insanın mutsuzluğu.
Montaigne, “Aşk, bizden kaçanı yakalamak için duyulan çılgın arzudan başka bir şey değildir.” derken
Stendhal, “Aşk ancak âşık olunan kişiyi yitirme duygusu üzerine temellendirilebilir.” der. Denis de Rougemont ise “En ciddi engel, en çok yeğlenen engeldir. Tutkuyu çoğaltandır.” der.
Ve aşk olgunlaşarak gelişir.
Kavuşamadığımıza sonsuz özlem duyarız. Âşıklar ya hep özlem duyar ya da usanmışlık. Aşkın karşılıklı olduğu durumlardaki sonuç ise insanın kendisine karşı hisleriyle ilgili. Kendini önemsemek, sevmek, zayıf ve güçlü yanlar… İki tarafın da birbirinin sevilesi olduğunu kabul etmesi gerekir. Diğer yarımız aynı şeyleri düşündüğümüz sevdiğimiz mi? Yoksa bizi tamamlayan zıt hâlimiz mi? Peki biz hangisini istiyoruz? Benzerlikler farklılıklardan daha mı kolay kabul edilir?
İki insan toplumsal yaşam tarzı, birbirlerinin hayatı, siyaset, sanat, bilim, yemek kültürü, özel zevkler, hayalleri üzerine konuştukça birbirini sevmeye başlayabilir. Bu yakınlık zamanla şekil değiştirerek ilerler.
Bazen hiç sevmediğimiz bir eşyaya onun gösterdiği hayranlığı, sevmediğimiz bir rengi sevmesini bile sorgularız. Farklılıklara tahammülsüzlük yakamıza yapışır. Kendi düşüncelerimizi yansıtan bir çift göz ararız sürekli. Birçok konuda ortak yönümüz olması âşık olmak için yeterli değildir oysa. Hiç umulmadık bir anda bir olaya gösterdiği küçük bir tepkiden anlarız. Âşık olduğumuzu sandığımızda ise çatışmaları görmezden geliriz.
Hayaller bir bir gerçekliğe bürünür. Yalnız yaşamaktan birlikte yaşamaya geçme düşüncesine alışmak en önemlisi. Kültürel farkların yarattığı uçurumda aynı paydada uyuşabilmek önemli.
Ve aşkın tükenişi.
Zevk ve alışkanlıklarda ortaya çıkan farklılıklar hayatı zorlaştırır.
O yumurtayı az pişmiş, siz çok pişmiş mi seviyorsunuz? Ama tüm bunları vaktiyle oda arkadaşınızla yaşadığınızda hiç sorun olmuyordu.
O sinemaya, siz operaya mı gitmek istiyorsunuz? Pazar sabahı siz erken uyanıp yürüyüşe gitmeyi seviyorsunuz, o geç uyanmayı mı?
Siz geçiştirilen kahvaltıyı, o özenli hazırlananı mı seviyor? Uyku saatleri de mi uymuyor? O uçak seyahatini, siz tren yolculuğunu mu seviyorsunuz? O orman tatilini, siz denizi mi seviyorsunuz?
O evde çiçekler, siz evcil hayvan mı istiyorsunuz? Farklı gazeteleri mi okuyorsunuz?
Diş macununu ortadan mı sıkıyor?
Sevdiğiniz insanın küçük bir seçimini beğenmediğinizde neden görmezden gelemiyorsunuz?
Herhangi bir arkadaşınıza gösterdiğiniz ilgiyi sevdiğiniz insandan neden esirgiyorsunuz? Sabırsızlık, mükemmeliyet zamanla hoşgörüsüzlüğe doğru gider. Hayal dünyası ile gerçek dünya arasında bocalamalar sürer gider.
Arkadaşken arada bir mesafe vardır. Düşmanca dürtüler bastırılır, tartışmaya girilmez çok fazla. Sahiplik duygusu iki tarafı da insaflarına bırakır ve gerginlik artar. İlle de benim doğrularım ve dayatmalar…
Farklı bakış açılarını hoş görme yerine diğer kişi için doğru ve yanlışın kararını vermenin zorbalığa dönüşmesi başlar.
İçinde bulunduğumuz bir çember var ve âşık olduğumuz kişi o çemberin dışında durduğu sürece ona âşığız. İçeri girince yani ulaşılabilir olunca aşk şekil değiştirir.
Peki çok sevdiğimiz, âşık olduğumuz insana neden bu kadar çabuk ve çokça kızarız? Çünkü o bizimledir ve kapsama alanımızın içindedir.
Suçu sahip olma duygusuna atarız. İyi ama satın aldığımız yün hırkaya gösterdiğimiz itinanın yarısını neden gösteremeyiz sevdiğimize? Özel bir şekilde yıkar ve kuruturuz. Tüylenmemesine dikkat ederiz. Sonra o çok beğendiğimiz araba var ya onu almak için para biriktirir, dayanamaz kredi çeker, alırız. Özenle kullanır, yıkar temizleriz. Tiryakiyizdir ama arabamızda kimseye sigara içirtmeyiz. Bir kenarı çizilse çok üzülür, hemen servise gideriz.
Gördünüz mü aidiyet duygusu bu işte!
Bakın sahip olduğumuz eşyaya bile böyle özenli davranıyoruz. O hâlde âşık olduğumuz insana sonradan duygularımızın değişmesi, sahip olma duygusundan ileri gelmiyor. Sanırım sorunu yine çocukluğumuzda arayacağız.
Âşık olmak mı âşık kalmak mı zor?
Kendimizi önemsiz ve değersiz hissediyoruz. Âşık olduğumuz ise ulaşılmaz ve değerli;
ona hayranlık besliyoruz. Bu bizi büyülüyor. Ne zaman ki aşkımız karşılık buldu, işte o zaman büyü bozuluyor. Çünkü o sevilen ulaşılmaz kişi bu değersiz kişiye âşık oldu. Demek ki o da aslında değersizdi. Aslında sorun tam da burada.
Sahiplik sandığımız duygu
Hani “Önceden böyle değildi, sonradan çok değişti ne oldu anlamadım.” sözlerini duyarız ya ha işte o.
Önce kendimizi değerli hissedeceğiz, önemseyeceğiz. Bundandır büyük aşkların kısa sürmesi, aile içi şiddetler. Çok severek evlenip sonra iki tarafın da değişip aradığını bulamadığını ifade etmesi. Herkes biraz kendisini arar da bulamaz çünkü. Kendimizde hissettiğimiz değersizlik hissini karşı tarafa yansıtmaya başlarız. Dünyayı ikimize de zindan ederiz. Aslında çok çok iyi bir insan olduğunu biliriz, üstelik âşığız ama buna rağmen sonuç değişmez.
-Benim için-, -bana göre- olanı birbirimize uygulamaya kalktığımızda ise olan olur. Sonuç; fazla kaynadığı için suyu buharlaşıp azalan çorba gibi sevgisi tükenmiş bir birliktelik kalır ortada.
Tartışmalar alevlendiğinde devreye şakalar espriler girebiliyorsa, birbirinizi güldürebiliyorsanız ne âlâ.
Mizahın güçlü kalkanını kullanabilirseniz gerginlik yok olur gider. Farklılıkları şakaya dönüştürememek, gülmeyi unutmak artık iki kişinin birbirini tüketmesidir.
Güzelliğin on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.
Biz âşık olduğumuz için mi sevdiğimiz güzel, yoksa o güzel olduğu için mi biz ona âşığız?
Güzellik bakış açısına göre değişir. Yanında ne kadar mutluysak o kadar güzel görünür sevdiğimiz gözümüze.
Başkasının farkında bile olmadığı detaylarına hayran oluruz. Utangaç gülümsemesine, bakışına, hareketine, ıslak bir şemsiyeyi sallayışına…
Albeni bazen birinin başkasına çirkin görünen bir tarafından gelir. Eğer isterseniz güzel tarafı veya diğer tarafı görürsünüz. Her hareketine bir anlam yüklersiniz çünkü.
Bu, hayal gücümüze ve duygularımıza bağlı biraz sanki.
Sevilenin güzel görünmesini sağlayan da aşktı.
Hayal gücümüzle ona kattığımız ruh. Aşığız ve güzel bir şarkıya eşlik ederken tüm ruhumuzla şarkının içine düşeriz. Sonra şarkıcıyla, sözlerle özdeşleştiririz kendimizi.
Karşımızda bu aşk dolu insan gerçekte var mı? Yoksa onu biz mi yaratıyoruz?
Birliktelikte samimiyet hissedilmeli, sadece iki kişiye ait yeni bir dil doğmalı. Sevilmiyorsak o duyguyu tam anlamıyla yaşıyor olamayız. Kişiliğimizde yüzleşemediğimiz, başkalarının pek önemsemediği yönlerimize dikkat çekmeyi ancak bir sevgili başarabilir samimiyetiyle.
Bunların açıkça ifade ediliş tarzı sayesinde iç huzura erişebiliriz.
Onunlayken çölde suya hasret birinin serap görmesi gibi, âşık olan karşısındakinde acaba kendi yüklediği ruhu mu görüyor? O yüzden mi anlaşmazlık başlayıp kısa sürüyor?
Onda ne buluyoruz? Onda ne bulmak istiyoruz?
Ya her şeyini yanlış anladığımız birisiyle birlikteysek? Kişiliğimizin bir yönünü görmezden gelen biri… Çevremizdeki herkes bizi kim olduğumuza dair farklı verilerle donatır. O an içinde bulunduğumuz ortam komik olduğumuzu söylüyorsa art arda espri yapmak zorunda hissederiz kendimizi. Bizi anlayan, ilgi duyan birine ihtiyaç duyarız.
Birlikte geçirilen bir hafta sonu ile ilgili hatırladıklarımız... Güzel olanı mı yoksa kötü giden yanlarını mı hatırlıyoruz hemen? Tüm bunlar ilişkinin seyriyle ilgili ipuçları verir aslında. Araba bozuldu ve gülerek mi hatırladınız? Anahtar kayboldu ve sürekli esprilerle bu anı bile zevke mi dönüştürdünüz? Ya da bu sorunlarla birbirinizi mi tükettiniz? Bir insanın hep iyi hep kötü olmasını bekleyemeyiz. Duygular zaman zaman değişir ve ani patlamalar yaşanır. İçimizde birbirine çok zıt duyguları barındırırız çünkü. Mutluluk ender rastlanan bir durum olduğundan yoğun bir korku ve kaygıyla gelir. Yani hep anılarda ya da beklentilerde, hayallerde ararız. Şimdiyi yaşamaya korkarız.
Geleceğe özlem, erteleme hastalığı, beklenti, kaygı, anılar… Sevgilinin bizi başarılarımız ve dışarıdan görünen özelliklerimiz için değil, varlığımızın özü için koşulsuz sevmesini isteriz. Güzel veya zengin olduğumuz için değil yani geçici özelliklerimiz için değil.
Herkes gücü sever.
Peki biz o insanı zaaflarıyla da seviyor muyuz?
Asıl sınav:
Sev beni!
Neden?
Çünkü ben seni seviyorum.
Özle özle nereye kadar?
Aşk iki farklı bireyin bakışından bir hayat kurulmasıdır.
Sevilen kişi hayatın öznesiyken nasıl olur da nesne hâline dönüşür?
Oysa zamanla karşılaşılan tüm sorunları yenip ayakta kalmaktır aslolan.
Aşk nedir, ne ister?
Aşk emek ister.
Sürekli yenilenmek ve özenli bir bakım ister. İnatçıdır bu konuda. “Seni seviyorum” sözünü tekrar tekrar duymak ister.
Tıpkı narin bir çiçek gibi zamanı gelince toprağını saksısını değiştirmeli. Her gün ölçülü suyunu vermeli, güneşe çıkartmalı. Ya da bir bebek gibi zamanı gelince mamasını vermelisiniz. Gözünüzü üstünden ayıramazsınız yoksa hastalanır.
Nasıl özenli bir bahçeyi budamayı, sulamayı bırakırsanız her şey arapsaçına döner; aşk da öyle, ilgilenmezseniz tüm duygular birbirine karışır. İçinde kendiniz de kaybolursunuz, sevdiğiniz de...
Düşünmeli ve harekete geçmelisiniz. Aşka zarar veren düşünce, tavır ve hisleri değiştirmelisiniz.
Uğraş vermeli, uyanık olmalısınız. Kendini yenilerken ve ötekiyle de uyum içinde olup sıradanlığı aşmak gerek. Çünkü sıradan bir karı koca hayatı hiçbir zaman büyük bir yapıtın konusu olmamış, sanatçılara ilham vermemiştir. Agresif ve otoriter yapı, uyumsuzluk, empati kuramama, mesafeli, samimiyetsiz ilişkiler, düşüncelerin açıkça ifade edilmemesi, fikirlerin sorulmaması insanları yaşamdan ve birbirinden soğutur, huzursuzluğa iter. Çoğu insan, ruhunun derinliklerine inemeyen, duygularını paylaşamayan insanlarla yatağını paylaşmak zorunda kalmıştır. Kısa ayrılıklar aşkın tuzu, biberi.
İnsanların inatla peşinden koştuğu bu duygu, sayısız şiir, roman, film, şarkı, oyuna ilham kaynağı olmuştur. Önemli yapıtlar aşk acısını, imkânsızlığı ve ayrılığı vurgulamıştır.
Çünkü sıradan şeyler bile doğru kişi ile yapıldığında olağanüstü bir hâl alır. Eğer bir insan her şeye çok çabuk sinirleniyorsa sevgiye ihtiyacı vardır. İnsan sevdiğini gördüğünde yüreği pır pır etmeli, ayakları heyecandan dolaşmalı birbirine. Evine dönerken sevgi dolu gülümsemeyi eksik etmemeli yüzünden.
Yaşamda onunla birlikte olmak hissi sahip olduğumuz mutluluğun temel kaynağı olmalı. Ve bu duyguyuseni seviyorum ile beslemeliyiz her daim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)